24 Kasım 2010 Çarşamba

KÖRTING, MÜSLÜMANLARLA BİRARAYA GELDİ

Yazdır E-posta
ha-ber.com
 
 
 
KÖRTING, MÜSLÜMANLARLA BİRARAYA GELDİ

Beklerseniz, beklemesini bilirseniz, tarih tanıklık eder. Siz de bu tanıklığa şahit olursunuz, ömrünüzün yettiği yere kadar. Ben bekledim ve tanık oldum. Mutluyum.

İslâm son İlâhi dindir, barışı esas alan bir dindir. İslâm'ı kendi çıkarlarına basamak olarak kullanan Müslümanlar, İslâm'ın barış ve hoşgörü mesajlarını insanlara, Müslümanlara ulaştırmamak için özel gayretler sarf ederler. Bu insanlar barış ortamında değil savaş ortamında, kılıçların çekildiği ortamlarda daha çok gürbüzleşirler, semirirler. Çekilen kılıçların kınına girmesi onların işine gelmez. Hararetli tartışmalar yapılmalı, "Senin gittiğin yol yanlıştır, benim gittiğim yol doğrudur " şeklindeki sataşmalar devam etmelidir ki, simsarın kazancı devam etsin, koltukları sallanmasın.


Bu insanlar amaçlarına uygun olan bazı dini kavramları ön plana çıkarırlar bazılarını da gizlerler veya yanlış yorumlarlar.

Mesela Ehl-i Kitap kavramı... Bilhassa semavi dinler arasında kavga olmasın, savaş olmasın, çekişme olmasın diye Yüce Mevlâ'mız vahye muhatap olan milletlere Ehl-i Kitap demiştir. Kitap ehli demektir. Allah'ın gönderdiği bir kitabın mensubu olan insan demektir. Allah insanlar içinden beğenip seçtiği bazı insanları mesajını ulaştırsın diye elçi olarak o insanlara göndermiştir. Bunlara resul denir, nebî denir. Bu resullerin sayısını Kura'n 28 olarak bildirmiştir bize. Bu elçilerin için de Davut a.s., Musa a.s. ve İsa a.s. da yer alır. Avrupa ülkelerinde yaşayan insanlar İsa a.s.'a mensup ümmetlerdir.

Müslümanlar Hz. Muhammed'le (s.a.v) 611 yılında başlayan birlikteliklerini kamu otoritesi statüsünde 1924 yılına kadar sürdürmüşlerdir. Azınlık olarak başka devletler içerisinde yaşayan Müslümanlar elbette olmuştur. Ancak o Müslümanların bile azınlık olarak bulundukları devletler içinde, yaşam şartları göz önünde bulundurularak mevcut kamu otoriteleri tarafından sorunlarına çözüm bulunmuştur veya bulunmaya çalışılmıştır.

1924'te son bulan otoritenin devamı niteliğinde olan Türkiye Cumhuriyeti, 1961 yılında işgücü alımı antlaşması ile Avrupa'ya, çoğunluğu Müslümanlardan oluşan vatandaşlarını göndermiştir. Bu tarihten hemen sonra başlayan göçlerle milyonlarca Müslüman Ehl-i Kitap olan ülkelerde azınlık olarak yaşamaya başlamışlardır.

Zaman içerisinde bu insanlar kendi aralarında dini cemaatler oluşturarak, değişik gruplara bölünmüşlerdir. Her bir cemaat kendini başka başka isimlerle tanımlamıştır. Zamanla bu gruplar kesin çizgilerle birbirlerinden ayrılmıştır. Dernekler kurularak camileşmeye gidilmiştir. Ancak bir caminin cemaati öbür caminin cemaati olmamıştır. O cemaat öteki cemaate göre İslâm'ı yanlış yaşamaktadır. Karşılıklı küfürleşmeler bile olmuştur.

Oysa bu Müslüman cemaatlerin din anlayışı aynıdır. Hurafelere bakış açısı, bid'atlara bakış açısı, mezheplere bakış açısı konusunda yoktur birbirlerinden farkları.

Dolayısıyla kavgaların sebebi dini yaşamadaki yanlışlık değildir. Üye gelirlerinin diğer cemaatlerle paylaşılamamasıdır.

Kavgalar devam ede dursun, geçmişteki hakim gücün fetvalarıyla yaşanılan İslâm, Avrupa'daki mensubunun elinden tutamaz olmuştur: Çünkü gelişen teknoloji dini tartışmaları Müslümanların evine getirmiştir. Televizyonlarda prof. titiline sahip olan ilim adamları dini konularda yapılan açık oturumlarla enine boyuna tartışmaktadırlar. Avrupa'da doğup büyüyen ve orada eğitimini alan ve yetişen genç nesil de hızla İslâm'dan uzaklaşmaya başlamıştır artık. Çünkü kendisine anlatılan din onun anlayışına ters düşmektedir. Kendisine sunulan dini öğretilerle arkadaşlıklar kurması mümkün değildir. O öğretilere göre, o bir hristiyanla arkadaş olamaz, onunla beraber dolaşamaz, hatta onun kasabından alınan eti bile yiyemez. Bu sıkıntılar kaosa dönüşmüştür zamanla.

Kaosun ve sıkıntıların başlamasına sebep olan şeylerin başında içinde yaşanılan toplumla olan uzlaşmazlık gelir. Müslüman olan toplumla Hıristiyan olan toplum iç içe yaşamasına rağmen birbirleriyle içten içe kavgalıdır. Müslüman din adamlarının çoğu, Allah'ın barışı esas alarak tanımladığı Ehl-i Kitap'la ilgili ayetleri gündeme bile getirmemektedir. Buna mukabil bazı cemaatlerin cami kürsülerinden savaş dönemlerine ait olan Ehl-i Kitap'la ilgili ayetler ısrarla gündeme getirilerek insanlar provoke edilmektedir. Bu provokatif hocalar maalesef makbul hoca sayılmakta, el üzerinde tutulmaktadır.

İşte tarihin tanıklığı burada başlıyor...

2010 yılının 30 Nisan'ın da Berlin Vakıf Camii'nden yükselen cesur bir sesle irkildim... Ehl-i Kitap'tan, Ehl-i Kitap'la olan münasebetlerimizden bahsediyordu kürsüde bu hoca. Konu ile ilgili ayetleri okuyarak diyalogdan, kardeşlikten, dostluk kurmaktan bahsediyordu. Ve özetle şöyle diyordu:

"Hz. Muhammed (s.a.v.)'le birlikte dünyada yeni bir ümmet oluşmaya başlamıştır. Onlara Muhammed Ümmeti denir. Aslında hem İsa'nın ümmeti, hem Musa'nın ümmeti, hem de Muhammed'in ümmeti vahye muhatap olmaları açısından İslâm ümmetidir. Allah (c.c.) bu anlayışın devam etmesi için son gönderdiği kitap olan Kuran'da geçmiş peygamberlerin ümmetine Ehl-i Kitap demiştir. Allah bu ümmetlerin, onlara verdiği özel statü ile birbirlerine yaklaşmasını istemiştir.
"Birbirinizin yemeğinden yiyebilirsiniz, birbirinizden kız alıp verebilirsiniz",
"Onların içerisinde güvenilir insanlar olduğu gibi, güven duyulmayan insanlar da vardır,"
"Onların içinde öyleleri vardır ki emin insandır, onlar sabaha kadar Allah'ı anarlar,"
"Onların içinde iman edenler de vardır, etmeyenler de",
"Onların hepsi bir değildir, onların içinde gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah'ın ayetlerini okuyan topluluklar vardır,"
"Ehl-i kitaptan öyleleri var ki, hem Allah'a, hem size indirilene, hem de kendilerine indirilene tam bir samimiyetle ve Allah'a boyun eğerek iman ederler. Allah'ın ayetlerini az bir paraya satmazlar",
"İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuzdur." (Maide 5), (Al-i İmran 75) (Al-i İmran 110), (Al-i İmran 113), (Al-i İmran 199), (Ankebut 46)

Ben bu sesin sahibini çok iyi tanıyorum ve ona teşekkür ediyorum. Teşekkür ediyorum Mehmet Erol Hocam, ağzına sağlık, elin, dilin, yüreğin dert görmesin. Allah senin ve senin gibi düşünen hocalarımızın sayısını artırsın. Yıllar sonra kanayan yaramıza merhem oldun. Daha Avrupa'ya geldiğimiz o ilk günlerde atılması gereken adımlardı bunlar. Bu adımlar o zamanlar atılsaydı, inanın bugünün Avrupalı Müslümanları ile Avrupalılar arasında telafisi güç olan mesafeler oluşmazdı.

Ve devamla Mehmet Erol hoca, vaazla başlayan sohbetini, peygamberimizin bir uygulamasıyla hutbede noktaladı:

Hz. Peygamber ve Necranlılar

Hz. Peygamber'in Necranlılarla olan münasebeti, diyalog deyince öncelikle kastedilen ikili görüşmenin en güzel örneğini teşkil eder. Çünkü Necranlılar, Resûlullah'ın kendilerine yazdığı bir mektup üzerine, aralarında Ebu'l- Hâris diye bilinen meşhur bir alimin de yer aldığı 17'si eşraf olmak üzere 60 kişilik oldukça kalabalık bir heyet halinde gelerek (İbnu Hişâm, 1-2: 575) birkaç gün Aleyhissalâtu vesselâm'a misafir olmuşlardır. On yedi kişilik eşraf takımından üç kişinin ehassu'l- havas "en büyükler" durumunda daha üst, hiyerarşik bir gurup teşkil ettikleri anlaşılmaktadır: İbnu Sa'd, 14 kişilik eşraf grubunun isimlerini teker teker verir (İbnu Sa'd, 1: 357).

Görüşmeler

Necranlıların Medine'deki m
isafirlikleri süresince kendileriyle "İslâm dini" hakkında, hususen de "İslâm nazarında Hz. İsa ve Hz. Meryem'in yerleri" olmak üzere birçok mesele üzerine bilgi alış-verişi ve münakaşa ve müzakereler yapılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.) Necranlıları İslâm'a davet eder, onlar kabul etmezler. Hz. Peygamber bu hususta ısrar etmez. Necranlılar, kitaplarında mevcut bazı bilgiler sebebiyle davete icabet etmeyi kendi aralarında münakaşa ederler. Aralarında yer alan âlim kişi Ebu'l-Hâris, Hz. Muhammed'in "Beklenen, hak peygamber" olduğunu itiraf etmesine rağmen, "Kavmimizin bize yaptıkları, İslâm'a girmeme mani oluyor. Bize şeref, mal-mülk verdiler, ikramlarda bulundular ve bizim bu zâta muhalefet etmemizi istediler. Eğer Müslüman olursak, bütün bu verdiklerini geri alacaklardır" diyerek Müslüman olmaktansa bir antlaşma yapmaları konusunda heyeti ikna eder (İbnu Hişâm, 1-2: 573). Ancak diğer iki büyük es-Seyyid ve el-Âkıb bilahare Müslüman oldular.

Bu müzakereler esnasında Kur'ân'daki mübâhele âyeti (Âl-i İmrân, 3/61) bu vesile ile onlarla ilgili olarak inmiş, en sonunda her iki tarafın da
mutabık kaldığı yazılı bir antlaşma yapılmış ve Peygamber Efendimizin elinden insanlığın farklı dinler ve milletler koalisyonu şeklinde sulh içinde yaşama şartlarını gösteren bir vesika ortaya çıkmıştır. Biz insanlığın geldiği bugünkü safhada -ki insan hakları, din ve vicdan hürriyeti üzerinde çokça durulduğu günümüzde bile- bile, başka din ve inanç mensuplarına tanınan hak ve uygulamalarında henüz buna yetişemediği kanaatindeyiz. İbretle okunmaya değer olan antlaşmanın metni şöyledir:

Necranlılarla Yapılan Yazılı Anlaşmanın Metni

"Bismillahirrahmanirrahim,
Bu, Allah Resûlü Nebî Muhammed'in (Sallâllahu aleyhi vesellem) üzerinde yetkili kılındığı Necran halkı ile bütün meyve mahsulleri, bütün altın ve gümüş ve bütün kölelerle ilgili olarak yazdığı ahiddir. Kendisi bütün bunları, her biri bir okiyyeye (2136 gramlık gümüş değerinde) 2000 elbiseye mukabil onlara terk etmiştir. Bunun 1000'i her yıl Recep ayında, diğer 1000'i ise her yılın Safer ayında teslim edilecektir. Her bir elbise bir okiyye gümüş değerinde olacaktır. Şu şartla ki, vergiyi aşan veya gümüş miktarından eksik olan kısım hesapta nazar-ı itibara alınacaktır. Zırh, at veya malzemeden yaptıkları ödemeler hesaplanacaktır. Gönderdiğim elçilerin 20 güne kadarki ağırlanma ve yiyecek masrafları Necranlılar üzerinedir. Elçilerim bir aydan fazla tutulamazlar. Yemen'de bir cürüm işlenir, savaş çıkarsa 30 zırh, 30 at, 30 deveyi âriyeten vereceklerdir. Elçilerimin âriyet olarak alacakları zırh, at, deve veya mallarda zayiat meydana gelirse, elçilerim onları tazmin ve telafi edeceklerdir.

Mallarına, canlarına, dinî hayat ve tatbikatlarına, hazır bulunanlarına bulunmayanlarına, ailelerine, mabetlerine ve az olsun çok olsun mülkiyetleri altındaki her şeye şâmil olmak üzere, Allah'ın himayesi ve Resûlullah Muhammed'in zimmeti Necranlılar ve onlara bağlı etraftakiler üzerine bir haktır. Hiçbir piskopos kendi dinî vazife mahalli dışına, hiçbir papaz kendi papazlık vazifesini gördüğü kilisenin dışına, hiçbir rahip içinde yaşadığı manastırın dışında başka bir yere alınıp gönderilemeyecektir. Almış oldukları ödünçlerde hiçbir faiz söz konusu olmayacaktır.

Bu itaat ediş ve tâbi oluşlarından önce cahiliye zamanındaki kan davaları kaldırılmıştır. Onlar ne toplanıp bir araya getirilecekler ve ne de kendileri öşür vergisine tabi tutulacaklardır. Onların toprakları üzerine hiçbir askerî birlik ayak basmayacaktır. Onlardan herhangi biri alacağını talep ettiğinde onlar arasında bir eşitlik kurulacaktır. Onlar ne zulm edecekler ne de kendileri zulme uğrayacaklardır. Şayet onlar arsından herhangi biri istikbalde faizli muamelelere girecek olursa benim himayemin dışında tutulacaktır: Onlar arasında hiç kimse bir başkasının işlediği suç ve yaptığı haksızlıktan mes'ul tutulmayacaktır.

Bu duruma göre, Allah'ın himayesi ve Resûlullah Muhammed'in zimmeti, Allah'ın bütün kuvvet ve kudretini gösterdiği güne kadar olmak üzere ve Necranlılar da hiçbir hata ve haksızlık işlemeksizin üzerlerine düşen vazifelerini layıkıyla yerine getirmeleri ve hiçbir zulümde bulunmaksızın iyi hal ve tutum göstermeleri şartıyla, bu yazıda gösterilen hususlar üzerinde bulunacaktır.
"

Şâhitler: Ebu Süfyân ibnu Harb, Gaylân ibnu Amr, Mâlik ibnu Avf Ensârî, Akra ibnu Hâbis el- Hanzelî ve el-Muğîre ibnu Şu'be. Bu yazıyı yazan kimse: Abdullah ibnu Ebî Bekr'dir (Vesâik, s.175-76, 94. Vesika, İbnu Sa'd, 1: 287-288).

Fransız şarkiyatçı Louis Massignon, Resûlullah'ın Necranlılarla yaptığı an
tlaşmanın âdilane olduğunu, Lammens'e atfen şöyle ifade eder: "Lammens'e göre, Hicret'in onuncu yılında yapılan antlaşma, biri zanaatkâr (Necran), diğeri askerî olan (Medîne) iki güç arasında hakkaniyet çerçevesinde müzakere edilmiştir." (Opera Minora, Dar al-Maarif, Lübnan 1963, 1: 558).

1500 sene önce yapılan bu antlaşmadan anladığımıza göre: Resûlüllah, gayr-ı Müslimlere siyasî birlik teklifini yaparken, bugünün dayatmacı, zorba güçlülerinin tarzında ezici, dayatmacı, sömürücü olmamış ve kendinden sonra geleceklere de böyle bir tavsiyede bulunmamıştır.

Mescid-i Nebevî'de Necranlı Hıristiyanlar

Hz. Peygamber'in Ehl-i Kitab'a davranışı ve onlarla münasebetleri çerçevesinde burada kaydı gereken mühim bir hâdise de, Mescid-i Nebevî'nin içinde Hıristiyanlara haftalık ayinlerini yapmalarına verilen izindir. Bu vakayı anlatan râvi "Necran heyeti gibisini hiç görmedim" diyerek, günümüz için de oldukça ibretli olan vak'ayı anlatır: Heyet ibadet vakitleri gelince Mescid-i Nebevî'nin içinde ibadetlerini yapmak ister. Ashaptan bazıları bunu garipsemiş, belki de bir tepki göstermiş olacaklar ki, Aleyhissalâtü vesselâm
"Onları serbest bırakın!" müdahalesinde bulunmuşlardır. Necranlılar doğuya yönelerek ibadet yaparlar. (İbnu Hişâm, 1-2: 574, İbnu Sa'd 1:357)

Serahsî, Hanefi mezhebindeki, mescide gayr-i Müslimlerin girme ruhsatını açıklarken başka örnekler verir, fakat bu hâdiseye temas etmez (Kitabu's-Siyerü'l-Kebir, 1989, 1: 90-91).

Hemen hatırlatmak isteriz: Hz. Ömer zamanında hicretin 14. yılında fethedilen Humus şehrinde, yerli halkın rızasıyla Yuhanna Kilisesi'nin dörtte biri cami olarak kullanılır
. (el-Belâzurî, 1958, s: 187)
Aynı kapıdan girip çıkan Hıristiyan ve Müslüman âbidler birbirinden rahatsız olmazlar. Keza daha sonraki asırlarda Endülüs'te de San Vicent kilisesinin yarısı, yapılan anlaşma gereği, Müslümanlar tarafından cami olarak kullanılır. (Mehmed Özdemir, 1994, s: 68)

Bu uygulamaların yanında, İstanbul'da bazı semtlerde Kilise, Havra ve Câminin yan yana inşa edilmiş olma
sı örneği, İslâm'ın hoşgörüsünü ifade etmede sönük kalır.

Sonuç:

Gittikçe küçülüp köy haline gelen ve bu sebeple de her çeşit din ve kültüre mensup insanlarl
a iç içe yaşamak zorunda kalan insanlığın, sulh ve huzur içinde yaşayabilmesi için, aralarında sevgi, saygı, adalet gibi bir kısım insanî değerleri güncelleştirmesi yani hayata geçirmesi gerekmektedir.

Sevgi ve muhabbetin yolu tanışmaktan geçer. Bunun için dini inancı ve ideolojileri ne olursa olsun, insanların birbirleriyle tanışmaları gerekir. Birbirlerini oldukları gibi, farklılıklarıyla kabul etmelidirler. Birbirlerini başkalarından değil bizzat kendilerinden dinleyerek tanımalıdırlar.

Bunu yaparken Muhammedî bir metotla hareket edi
lmesi gerekir. Üzerinde anlaşılamayacağı apaçık belli olan ihtilaflı ve farklı noktalardan değil, birleştiğimiz, anlaştığımız, menfaatli noktalardan başlanmalıdır.

Geçmişin kavgası kader olmuştur deyip eski devrin şartlarındaki olumsuzluklara da çok fazla takılıp geleceğimizi karartma yerine affı, hoşgörüyü esas almalıyız.

Birbirimizi ötekileştirerek olumsuzlukların üstesinden gelemeyiz. Bunun yerine, farklılıklarımızı zenginlik olarak görerek birbirimizi kırmadan, dökmeden sorunlarımızı çözmeye çalışmalıyız. Bir tek dünya var, ikincisi yok!"

Hutbe bu şekilde sona erdi. Tekrar teşekkürler sayın hocam.

Ben namazdan sonra öğrendim ki, o gün orada İçişleri Bakanı Erhart Körting de varmış. Bu hutbe Körting orada bulunduğu için okunmamıştır muhakkak. Okunması gerektiği için okunmuştur.

Diğer camilerde de aynı hutbe okunduysa o gün, ki okunmuştur elbet, ben o cemaatın yöneticilerini de tebrik ediyorum.
 
Rüştü Kam
 


 







  Yorumlar (2)

 1 Sorulara cevap
Yazan Rüştü Kam, 20-06-2010 23:06
Ehl-i Kitap erkekle, müslüman bir kız evlenebilir mi? Çok sorulan bir soru bu...

Bu konu ile ilgili önümüzdeki günlerde bir yazı yazacağım. Ancak burada kısaca cevabım şöyledir:

Kitap ehli bir erkekle, müslüman bir kadın evlenemez diye, ne Kur'an'da bir yasaklama vardır ne de sünnette. Bu durumda Kur'an'nın önüne geçipte Kitap ehlinden kız alınır ama verilmez demek yanlış olur. İdari kararlar verilebilir, belki geçmişte verilmiştirde. Ancak bu kararlar idaridir, dini değildir.
Yani, müslüman bir erkek ve müslüman bir kadın, Kitap ehlinden kendilerine eş seçebilirler.

Bilhassa Avrupa'da yaşayan müslümanlar için bu konu fevkalade önemlidir.
Din adına, Kur'an ve Sünnetin ruhuna uygun olmayan fetvalar vererek Kitap ehli ile, müslümanlar arasına duvar örmek yanlış olur. Allah'ın dinine kimse bir ilave yapamaz ve eksiltme de yapamaz.
Din Allah'ın dinidir. Bizim değil. Biz o dine ancak mensup olabiliriz.

İnsanları dinin buyrfukları konusunda dinin Sahibi ile başbaşa bırakmak çok daha mantıklı olur.
Allah'a emanet olunuz.
 2 Mehmet Erol hocanın itirazı
Yazan Rüştü Kam, 09-06-2010 00:13
2010 yılının 30 Nisan'ın da Berlin Vakıf Camii'nde Mehmet Erol hocanın verdiği vaaz ve okuduğu hutbeden özet bligiler aktarmıştım size. Yazı, Körting, müslümanlarla biraraya geldi başlığını taşıyordu ve şu cümlelerle sona eriyordu:
Ben namazdan sonra öğrendim ki, o gün orada İçişleri Bakanı Erhart Körting de varmış. Bu hutbe Körting orada bulunduğu için okunmamıştır muhakkak. Okunması gerektiği için okunmuştur.
Diğer camilerde de aynı hutbe okunduysa o gün, ki okunmuştur elbet, ben o cemaatın yöneticilerini de tebrik ediyorum.

Vakıf camiinin mensubu olduğu kuruma bağlı olan diğer camilerde aynı hutbe okunmamış. Ben bu bilgiyi yaptığım araştırmalar sonucu öğrendim. Demek ki Mehmet Erol hoca Vakıf camiinde içişleri Bakanı na özel bir vaaz vermiş ve hutbe okumuş veya caminin bağlı olduğu kurum, şahsa özel olarak bu vaazı verdirmiş ve hutbeyi okutmuş Erol hocaya.

Ben yanılmışım ve boşuna sevinmişim, demek ki o kurumların Ehli Kitab a bakışlarında bir değişme olmamış, bir düzelme olmamış. Sahnelenen de tiyatrodan ibaretmiş...

Müslüman olduğunu söyleyen kurum ve kuruluşlar, her zaman göz önündedirler. Bunlar bir bakıma müslüman toplumun aynasıdırlar. Takiyye yaparak insanları kandırmaya çalışmaları temsil ettikleri topluma karşı yapılan büyük saygısızlıktır. Yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış. Zamanımızda mumlar hemen sönebiliyor. Yatsıyı beklemeye gerek kalmıyor.

Bugün 8 Haziran 2010. Mehmet erol Hoca bana geldi ve kendi el yazısı ile yazdığı bir mektubu verdi. Yazı Tekzip başlığını taşıyor, el yazısı ile bir sayfa. Ben kendisine yazının tamamı itiraz edilen konuyu içermiyor, dolayısıyla hepsinin yazılması mümkün değildir dedim. O da sayfanın yarısını göstererek şuradan aşağısını yaz o zaman dedi. Ben de onun şuradan aşağısını yaz dediği yerleri aynen yazıyorum:

........Bana istinaden yazdığınız yazının içinde benim söylemediğim ve asla katılmam mümkün olmayan iki husus vardır:

1, Ehli kitabın kızlarını kızlarını alır kızlarımızı veriririz.
2, yemeklerini yeriz ve yemeklerimizi yerler.

Meslek hayatım boyunca hiçbir zaman bu iki fikre katılmadığım gibi böyle içtihatlara kaynak kitaplarda da raslamadım.
Bu iki konu Maide suresinin 5. Âyetinde zikredilir şöyle ki: Ayette geçen Kitap ehlinin taâmı... Kitap ehlinin kestiği anlamına gelir. Tüm ulema taâm kelimesini zebh=kesmek anlamı ile tefsir etmişler, ben de aynen katılmaktayım.

Yine aynı ayette: ... Namuslu müslüman kadınlar ve namuslu kitap ehli hanımlarla... evlenmeye izin verilmişken tersi asla varit değildir.
Bu nedenle yanlış anlaşılmanın giderilmesi için bu yazımı aynı sitede yayınlayarak düzeltme yapmanızı itirham ediyorum. Saygılarımla Mehmet Erol. 07.06.2010

Sevgili Mehmet hocam, bu itirazınızı hür iradenizle hiçbir baskı altında kalmadan yapmışsanız, sizleri tebrik ediyorum... Şunu bilesin, benim size karşı olan muhabbetim yine de devam edecektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder